Sevgili Canlar! Yıl 1996. Yer, şu bizim Çaydurt gişelerinin (turnikelerinin) önü. Bolu, Düzce ve sırasıyla İstanbul’a doğru yapacağı toplantılar sebebiyle Goca Reis Muhsin Başkan bekleniyor. Ben, bizim aile efradıyla en önde gelenmişim meğer. Hatta, oraya karşılamaya giderken yolun geliş yönüne bakıyoruz ki, Genel Başkan geçip gitmesin diye… Neyse, vardığımızda kimseyi göremeyince il teşkilatındaki arkadaşları aradım, şehre geçti de, biz mi görmedik diye. Görüştüklerim henüz teşkilat binasına kimsenin gelmediğini söylediler. Takriben 15-20 dakika bekledikten sonra, Muhsin Bey’in otomobili turnikeyi geçti, bizim yanımıza geldi. Baktı ki tek bir aile. Hoş geldin beş gittin seremonisinden sonra, bizim Alaaddin’le Hümeyra fırsattan istifade Muhsin Amcalarıyla fotoğraf çektirdiler. Sonra koluna girdim, çocuklardan biraz aralandık. Dedi ki: “Günümüzde böyle Hocam, ne yapacaksın; Dâvâ yürütmek çok da kolay değil. Millet şöyle alışmış. Genel başkanlar, liderler yollarda konvoylarla beklenir, karşılanır. Biz de ise dâvâ arkadaşlarını genel başkanlar bekler. Allah korusun, liderlikten, kibirden, benlikten Allah’a sığınırım. Olsun hocam, herhalde gelmek üzeredirler.” Ben kendimce, biraz özür kabilinden tesellivâri şeyler söylemeye kalktım. O, “hâşâ, gururdan, benlikten Allah’a sığınırım hocam., her ülküdaşımın ayağının turabıyım” dedi. Bu alçakgönüllülük karşısında iyice ezilmiştim ki, büyük bir araç konvoyuyla İl başkanı Ertuğrul GENÇ Kardeşimin öncülüğündeki teşkilat, turnikelerin hizasını kapatmıştı. Muhsin Bey onlara, hoş geldiniz dedi. Onlar, Muhsin Bey’e hoş geldiniz dediler. Şehre doğru yola çıktık. Basın toplantısından sonraki sohbette, dava sahibinin kibir, enaniyet, benlik yapmadan tükenmez bir azim ve yılmaz bir kararlılıkla çalışmalarını sürdürmesi gerektiğini vurguladı. Ve satır aralarında Çaydurt gişelerine, kendisini karşılamaya gelirken çektiğimiz (güyâ) sıkıntılardan (!) dolayı bizlerden helâllik istedi. Hay benim Ağabeyim, nasıl Malazgirt’teki Alperenleri Başbuğları cennet mekân Alpaslan’a haklarını helâl etmişler, işte böylesine, bizim (yoktur da) bütün haklarımız helâl olsun.

Muhsin Bey ismiyle müsemma bir insandı. Bu örtüşme her Âdemoğluna nasîb olmaz. Hayrda bulunmak hayr işlemek, Onun varlık sebebiydi âdeta. Vefâkârlığı; iyiliğe iyiliği bırakın, kötülüğe de iyilikle mukâbele etmesi; kin tutmayışı, sözünü hotaktan gözünü budaktan esirgemeyişi; mukaddesat düşmanlarının dışındaki tüm insanlara ve hatta tüm canlılara karşı halîm oluşu; bir çoklarının, darda kalmış eski dostlarına makam-mansıb kaygısıyla yüz çevirdikleri zamanda O’nun cansiperâne, dostlarını ve yakınlarını kuşatması-gözetmesi; efsânevi Başbuğlara has bir tavır olan yapılması gereken her fedâîlikte ilk serdengeçti oluşu; baronlar hegomonyasına karşı tavizsiz kıyâmı ve diyet borçsuz bir ömür… Bunlar, onun iyiliklerinden yalnız birkaç tanesi.

O, çoğulculuğa ve temsîlîyete inanıyordu. Demokrasi denilen devşirme kavrambazları ve sinsice türettikleri subliminal projeliterakavramları içeriğiyle dışarığıyla tanımıyor ve reddediyordu. (Ki O’nu demokrasi şehidi ilân edenlerin O’nu yeterince değil hiç  tanımadıklarını vurgulamak gerekir.) Kaldı ki bu kavrambaz söylembazlara kalırsa yer gök şehid kesilecek zaar. Oysa bizlerin de dâvâmız olan Muhsin Yazıcıoğlu’nun dâvâsının literatüründe şehâdet, “kudsiyet”ihtiva eder. Ki, kanaatimizce Muhsin Bey üç yönden şehit sayılmak gerekir. 1-Allah’ın rızâsını kazanmak için ve Allah yolunda yaşarken öldü. 2-Denizde boğulmakla neredeyse özdeş, uçaktan düşmekle öldü. 3- İçtenlikle şehit olmak arzusuyla yaşıyorken öldü.4. bir husus da şudur ki;kendisini her çağırdığında uğrunda canını vermeye her zaman hâzır ve nâzır olduğu devletinin elinde olduğu düşünülen ve her platformda dillendirilen,İ’lâ-yi kelime-t-ullah  (İslâm dîninin tevhid akidesini,şanına lâyık şekilde yüceltip yayma)düşmanlarının darb ile şehîd ettiklerine dâir belge bilgi ve kayıtlardır. Bir de bu şehâdeti “Eşref BİTLİS Paşanın şehâdeti’’yle benzeştirenlerin de çok  olduğunu unutmayalım. Bu sebeplerin dışında Onun, yok demokrasi, yok parlamento, yok siyaset şehidi projeliterakavramlar gibi, ancak mukaddesat şarlatanlığı ve vicdanhaysiyet hokkabazlarına malzeme sayılabilecek şeylerle yaftalamak,en hafifletilmiş şekliyle operasyonel ihanettir.

Bu adam, adam gibi adamdı ve gerçekten mübarek bir insandı. Ki son nefesine kadar, izzet ve şerefine hassasiyetiyle yaşadı.2009’dan sonraki tüm seçim arefelerinde  birden bire insancıl, vatanperver kesilen mâlûm TV kanalcıkları, Muhsin Bey’in sonu “Üşüyorum” diye biten şiirini dakka başı yayınlamaya başlarlar. Bu kanalcıkların bu tutumlarından çok şüphelensem de, başka bir gerçek, yüreğimde soğuk pınarların kaynamasına sebep olagelmiştir. O gerçek şudur! Muhsin Bey’in Hakk’a yürümesine vesile olan olay bölgesi “üşüten” bir bölge, donduran bir coğrafya değil miydi? O bu ÜŞÜMEYİ neredeyse,şehâdetinden taaa 30 yıl önce, her zaman ve gerektiğinde gözünü bile kırpmadan, varlığı ve bekâsı için canını verebileceği devleti tarafından ölümcül işkencelere iteklendiği tabutlukta  terennüm etmemiş miydi?Taa o zaman yapılan bu terennüm, İzzet ve ikrâm sahibi olan Yüce Rabbimizin, bu özel kuluna, özel bir ihsânı değil miydi? Bu tevâfuk, bizim için bir sellektör olmalı değil mi?

Şehîd Muhsin Bey, tıpkı millî hikâyeciliğimizin yüzakı Ömer Seyfettin’in “Pembe İncili Kaftanı”ndaki Muhsin Çelebi gibi, varını-yoğunu maddesini-mânâsını, milleti, vatanı, devleti için fedâ edebilen ender-i nadirâttan bir şahsiyetti. Ve bu minvâlde asla yardım kabul etmezdi. Zaman zaman tapınak şövalyelerinin çaşıtları olan vergi rekortmeni baronların ve zaman zaman da varlık sahibi olan eski arkadaşlarının göndermek istediklerini ters yüz geri çevirirdi. Meşhur  Çeçen Lider Şehîd Musa Cevher DUDAYEV, ısınma gideri karşılanamayan Teşkilat Genel Merkezinde paltosuyla görev yapan Muhsin Başkan’la karşılaşmasından, Çeçenistan Cihâdı için toplanılan seksen bin doları bizzat elinden teslim alışından, minnet ve övgüyle bahsetmiştir.  Ki O’nun ve dava arkadaşlarının kimseye diyet borcu yoktu. O, dünya denilen pis kokulu sovandan da yememişti ki Rabbi katında ağzı koksun.

O bir psikopat değil; sıkı bir dâvâ adamı, koyu ve kavî bir idealist, ketum bir direnişçi idi. O çakma bir kabadayı, yalancı bir pehlivan değil,Hakk için  serdengeçti idi. O Hakk’ı tanır, Hakk için yürür, Hakk’ı tutar, Hakk’ı söylerdi. O, küreselci baronlara acırdı. Ancak, baronlar onun düşmanıydılar. Muhsin Bey’in Hakk’a yürümesiyle birlikte, tüm dünyada gelişen süreç (maalesef) baronlara çok önemli ipuçları verdi. Milleti birbirine kenetleyen düğümlerin adreslerini gösterdi. O da şuydu, Muhsin YAZICIOĞLU gibilerini ekarte etmeden, bu milleti tamamen, tam anlamıyla teslim alamayacaklardı. Ve baktılar, ve ürktüler, ve korktular ve tam bir ümitsizliğe düştüler. Ki, Muhsin bir değil tam yedi, yedi değil yetmiş, yetmiş değil yetmiş milyon, yetmiş milyon değil yediyüzmilyon, yediyüzmilyon değil iki milyardı!..

O, liderin ne olduğunu, ne idüğünü gösterdi. Ve âdeta,şimdinin çakma liderlerine bile ilhâm verdi. Sarsılmaz karizması, vefâtından sonra bile, diğer liderleri etrafında toplamaya yetti. Fakat onlar, suikastı aydınlatmayı savsakladılar. O “Toplu atarsa yürekler, onu top sindiremez”in gök tavanlı bir abidesi gibiydi. O, “büyük sanatkârlık”ı arayan Necip Fazıl gibi, bakışlarını “Sonsuzluğun Sahibi” ne dikmişti. O, kalabalıklar içinde yalnız, Rabbi ile baş başa ve O Yüce Zât’ın gönlü kırık gariplerindendi. Öyle ki: “ Bir garip ölmüş diyeler/ Üç günden sonra bulalar/ Milyon tekbirle yuyalar/ Şöyle garib Muhsinleyin” sahnesinin baş aktörlerinden idi âdeta. Her neyse… Arz yâni yerküre, kavî bir Müslüman Hakk’a yürüdüğünde dilermiş ki, Rabbü’l-âlemin, O Müslümanı kendi bağrına versin, versin de ben bağrıma basayım diye arzu edermiş. Yani bu kavî Müslüman o yeri şereflendirirmiş. Eminiz ki, yakınları O’nun için kabir yeri kararlaştırırken, yerküre, O şerefli zâtı misafir edeyim diye heyecanlanıyordu. Ne güzel değil mi? Selâm olsun böyle erlere!

Ha bu arada , bakanlar kurulunda imzaya açılan kabir kararını savsaklayan ve itiraz eden şeytan askerlerini ,aziz milletimiz unutmamıştır,unutmayacaktırda.

O, ceddi Ahmed Yesevî,Sultan Alparslan, Hacı Bektaş Velî, Sarı Saltuk, Hacı Bayram-ı Velî, Selâhaddin-i Eyyûbî, Şeyh Şâmil gibi alperenler kervanına katıldı. Zahiri misyonunu tamamladı. Ancak, bir şeyi unutmamak gerekir. Hani şu “Kurtlar Vadisi Irak” filmindeki zikir sahnesine konu olan tarikatın pîri var ya Abdulkâdir Geylâni… O diyor ki: “Kılıç kında iken kesmez, hele kılıç kından çıksın da,turnalar hangi göle konarmış görürsün.” Sakın ola, Muhsin Ağabeyimiz, kınından çıkmış olmasın. Gün ola, harman ola… Bir de unutmayalım! Şehîd için “ölü” sözcüğü kullanılmaz. Zirâ, şehâdetin gerçek sahibi olan Allahü Teâla “Siz onlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler. Fakat siz bilemezsiniz.” buyuruyor.Zât-ı Kibrîyâ’nın dîdârına şehâdet etmekle, Habîb-i Kibrîyâ’nın bahçedârı olan; cân ilinden cânân iline yürüyen yoldaşımız,yolbaşımız, kardaşımız, gönüldaşımız, Aziz Milletimizin has evlâdlarından Yazıcıoğlu Muhsin Ağabeyimizin, 25 Mart 2009’da vukû bulan şehâdetini tekraren tebrik ederim. Darısı bizlerin başına.  Ne mutlu dîn bayrak millet devlet uğrunda can verenlere…Ne mutlu CAN VERME SIRRINA ERENLERE… Selâm olsun LİVAÜ’L-HAMD SANCAĞI dibinde gölgelenenlere…