İnsanın yapıp ettiği her şey, kendi tarihi kadar eskidir. Her türlü sanat, https://slotogate.com/sv/table-games/roulette/ gibi masa oyunları, mimari ve musiki de buna dahildir ve kaynağı da din’dir. Bunu doğrulayan Kur’an, yeryüzünde yapılan ilk mâbedin, müslümanların kıblesi, Kâbe olduğunu haber verir.

Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev -mâbed- Mekke’deki Kâbe’dir (Âl-i İmrân 3/96);

“Bir zamanlar İbrâhim’e beytin yerini göstermiş -ve şöyle demiştik-: Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf eden, kıyamda bulunan, rükû ve secde edenlere evimi temiz tut” (el-Hac 22/26); Bu âyetlerden Kâbe’nin Hz. İbrâhim’den önce de var olduğu, zaman içinde yıkılıp yerinin kaybolduğu ve Hz. İbrâhim tarafından bulunarak yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır. Fakat Hz. İbrâhim (a.s.)’den önce kimin tarafından inşa edildiği Kur’an’da geçmemektedir. Bununla birlikte bazı kaynaklarda ilk yapanların Hz. Âdem yahut oğlu Hz. Şît (a.s.) tarafından yapıldığı da rivayetler arasındadır.

Allah’ın, Hz. Adem’den Hz. Muhammed (a.s.) kadar gönderdiği bütün peygamberlerin getirdiği dinin ortak adı İslam’dır. Peygamberlerin kurmuş olduğu kadim şehirlerde mabet, şehrin merkezinde yer alır ve sivil mimari ise etrafında dairevi bir yapılanma oluşturur. Mesela; kadim şehir Mekke Kabenin, Kudüs de Mescid-i Aksa etrafında kurulmuştur. Adeta insanların Kabe'nin etrafında dönüşünü gibi bir yapılanma görülmektedir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) de hayatın merkezine mabet ve mescidi yerleştirerek cami/mescit merkezli bir medeniyet kurmuştur. Medine’ye hicret ederken yolu üzerinde bulunan Kuba’da ilk mescidi, Medine ye gelir gelmez de Mescid-i Nebi’yi inşa ederek önce İslam dinini ve imanı korumayı, sonra bu doğrultuda toplumu dönüştürmeyi ve yepyeni bir nesil inşa etmeyi hedeflemişti.

İslam medeniyetinin bir şehir medeniyeti olduğu hep söylene gelmiştir. İslam dini tam olarak ancak şehirde yaşanabilir. Bunun Örneğin Hz. Ömer İslam devletinde yaşayan her bireye maaş bağlamıştı. Ancak bedeviler bu maaşlardan faydalanamıyorlardı. Hz Ömer onlara “Eğer bu gelirlerden faydalanmak  istiyorsanız şehirlere yerleşin”, diyordu.

Camiler ve minareler bulundukları şehrin Müslümanlara ait olduğunun tapusu gibidir. Aynı zamanda bağımsızlığının ve tevhidin sembolüdür. İlim, hikmet ve marifetin mekânı, hak ve hakikatın sedasıdır.

Vatan sevgisi insanlarda fıtridir. Allah Rasulü Mekkeden ayrılırken “Ey Mekke, vallahi sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı yerisin. Bana da en sevimli yerisin. Vallahi eğer buradan çıkmaya mecbur bırakılmasaydım, çıkmazdım.” (İbn Mâce, Menâsik, 103, 3099) dediğini, ancak Medine’ye hicretten sonra Allah Rasulü’nün “Allah’ım! Mekke’ye verdiğin bereketin iki katını Medine’ye ver” (S. Müslim, Medinenin Fazileti, 3392, c.4, s.115) diye dua ettiğini; insanlar, Uhud savaşındaki şehitlerin acısı sebebiyle Medine’ye ve Uhud’a karşı kin ve nefret duymasınlar diye  Uhud bizi sever, biz Uhud’u…(Buhari, Cihad,71) sözü ile yaşadığı yurdun sevilmesi gerektiğini buyurur. Allah Rasulü’nün bir sefer dönüşü, Medine ufukta uzanırken, “Aziz ve güzel şehir!”(Buhari, Fedailü’l Medine,9) diye överken ve “Dünyada mezarımın olmasını en çok arzuladığım şehir Medine’dir.”(Muvatta,Cihad,14) sözüyle de, Mekke’ye tekrar döner endişesini yaşayan Medineli Ensar’a güvence verircesine Yesrib’i Medine-i Münevvere’ye dönüştürmüştür.

Bu çerçevede Allah Resul’ünün Medine’de yaptığı öncelikli iş,

  1. Muhacir ve Ensar’ı birbirine kardeş yapmak olmuştur.
  2. Medine’de yaşayan Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve müşrik Araplar arasında “Medine vesikasını”, adı ile bilinen bir anlaşma imzalandı. Bu metin, evrensel insan haklarını ön plana çıkaran bir anayasa metni gibidir.

  • Bu vesikada adalet mülkün temeli hâline getirilmektedir.
  • Vesikada farklı inanç gruplarıyla birlikte yaşamaya yönelik tedbirlerin alındığı görülmektedir.
  • Gayrimüslimlerin hakları güvence altına alınmaktadır.
  • Bu anayasal metinde ırk, dil, din mefhumu gözetilmeden vatandaşların eşitliği, haklarının teminat altına alınışı, sosyal yardımlaşma ve sigortaya yönelik unsurların ortaya konulması,
  • İfade ve inanç özgürlüğü gibi konular üzerinde hassasiyetle durulması günümüzde ihtiyaç duyulan pek çok uygulamanın Medine’de bizzat Allah Rasulü’nün yönlendirmeleri ile gerçekleştiğini göstermektedir.

Allah Resul’ünün kardeşlik antlaşması, Medine Vesikası ve şehri sevmeye yönelik sözleri, Onun vahyin ışığında, akıl, bilgi ve adaletle yoğrulmuş bir medeniyet oluşturmaya yönelik arzusunun temel dinamikleri olarak yer almaktadır.

Kur’an-ı Kerimde Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yolda olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe, 9/18)

Allah Rasulü (s.a.s.): “Kim Allah için bir mescit bina ederse, Allah da onun için cennette bir köşk bina eder.” (Buhari, Kitabu’s Salah,450) “Şehirlerin Allah’a en sevimli olan mekânları camilerdir. Müslim, Mesâcid, 288.

Mabetlerin manevi imarı, cami içinde dinî hizmetleri yürütecek görevliler ve camileri dolduracak cemaat yetiştirmektir.

Bir çocuğun veya bir gencin gönlünü camiye bağlamak, onlara camiyi sevdirmek ve camiyi bir çekim alanı haline getirmek, manevi mimarlık işidir. Geçmişte maddi mimarlıkta Mimar Sinan var idiyse, manevi mimarlık alanında da Mevlanalar, Yunuslar, Hacı Bayram-ı Veliler, imamı azamlar, Abdulkadir Geylaniler… v.s. vardı.

Allah Rasulü döneminde Mescid-i Nebi mabet olmasının yanı sıra manevi imara yönelik pek çok fonksiyon icra etmişti. ibadet mahalli, eğitim ve öğretimin, devlet yönetiminin merkezi, adalet tevzi yeri, danışma mekânı, barınma alanıydı. Şifahane, Ordugâhtı. Yabancı heyetlerin kabul edildiği, her türlü faaliyet gösterilerin yapıldığı fonksiyonel bir mekândı.

Asr-ı saadetten sonra kurulan ve gelişen eğitim öğretim kurumları medreseler, askerî eğitim alanları kışlalar, ticari hayatın merkezi mesabesindeki bedesten, çarşı ve pazarlar, cami merkezli olarak gelişmiştir. Camilerin yanına açılan imaret/aşevi ve kütüphane ile şifahaneler de mescitlerin ne derecede hayatın merkezinde olduğunu göstermektedir. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı döneminde medreseler, camilerin etrafında topluma ışık saçan müesseseler olarak inşa edilmiştir.

İslam’ın alamet-i farikası konumunda bulunan cami, minare ve mabetler, bulundukları coğrafyanın İslam medeniyetine ait olduğunu gösteren simgelerdir. Ancak o coğrafyada o medeniyetin devamı, cami veya mabetlerin manevi imarıyla mümkündür.

Bu yüzden Allah Teala: “Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasını yasaklayan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır?” (Bakara, 2/114.) buyurarak bu hizmete engel olanları zalim sayar.

Camilerde Allah’a kulluğu engellemek ve mabet fonksiyonuna mani olmak ne kadar büyük bir zulümse, camilerde görev yapacak hademe-i hayratı yetiştirmemek ve cemaat teminine gayret göstermemek de aynı oranda bir vebaldir. Caminin cemaatini boşaltmak, boşaltılmasına seyirci kalmak, mabedi harap olmaya terk etmek demektir. Çünkü camiler cemaatiyle yaşar ve onunla hayat bulur.

Ali Rıza TAHİROĞLU/Bolu İl Müftüsü