Sağlıklı, mutlu ve başarılı bir gelecek inşa etmek için okullar kadar okul dışı ortamların da önemi oldukça büyük. Bu kapsamda Milli Eğitim Bakanımız Sayın Tekin, “2024-2025 Eğitim Öğretim Yılı Haziran Dönemi Mesleki Çalışma Programı"nda oldukça önemli bir konuya değindi. Sayın Tekin, bu hususu şu sözlerle somutlaştırdı:
"Uluslararası literatürde de bilimsel literatürde de eğitim öğretim süreçlerinde öğretmenlerin ve okulun rolü en iyimser araştırmalarda yaklaşık yüzde 50 oranında ortaya çıkıyor. Yani her şey mükemmel olsa eğitim öğretim sürecinde çocuklarımızın akademik başarısına maksimum yüzde 50 oranında etki edebiliyoruz. Kalan kısım, toplumun diğer alanları. Sakin kaldığınızda şöyle bir hesap da yapın arkadaşlar: 12 yıllık zorunlu eğitimi tamamlayan 18 yaşındaki bir çocuğumuz, gencimiz yaklaşık 160 bin saatlik bir ömür yaşamış oluyor ve bunun da maksimum yüzde 10'unu bile bizimle geçirmiyor okulda. Yani yüzde 10'undan daha altında bir saati bizimle geçiriyor. Biz ne kadar uğraşırsak uğraşalım, biz ne kadar kendimizi bu anlamda zorlarsak zorlayalım; çocuklarımızın, gençlerimizin hayatının yüzde 90'ını geçirdiği başka bir alan var.”
İşte asıl mesele burada başlıyor. Yıllardır program, müfredat, sistem, ders, kitap, sınav vb. birçok değişiklik yapılıyor ancak hedeflenen insan ve toplumun yetiştirilmesinde istenen seviyeye bir türlü ulaşamadığımızı giderek artan oranda mutsuzluk, yalnızlık, bağımlılıklar ve suç olaylarının artışıyla gözlemliyoruz. Her şeyi müfredata bağlamak yani eğitim programlarında bir değişikliğe gidilerek her şeyin düzeleceğini ummak insan ve toplumu derinden anlamamak demektir.
Eğitim programları öğrencilere, okulda ve okul dışında planlanmış etkinlikler yoluyla sağlanan öğrenme yaşantıları düzeneğine olarak tanımlanır. Bu tanımın en dikkat çekici yanı okul dışı yaşantıları nasıl planlayacağımız kısmıdır. Yani eğitim sadece okulda olmaz. Aksine zamansal ve mekânsal olarak çok büyük bir kısmı okul dışı (%90) ortamlarda gerçekleşir. Aile, arkadaş, akraba, apartman, sokak, mahalle bu sürecin temel özne ve nesneleridir. Görece yakın bir tarihte bu paydaşların arasına çok daha önemli bir paydaş daha eklendi: Dijital Medya ya da diğer bir tanımıyla Sosyal Medya.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2024 verileri, 6-15 yaş arasındaki çocukların %91,3’ünün internet kullandığını gösteriyor. Bu yaş grubundaki çocukların %85’i dijital platformlardan film ya da dizi izlerken, %70’i ebeveyn kontrolü olmadan bu içeriklere erişebiliyor. Sosyal medya kullanım oranları da oldukça yüksek; 6-10 yaş grubundaki çocukların %53,5’i, 11-15 yaş grubundakilerin %79’u sosyal medyada aktif. YouTube ise çocuklar arasında %96,3 kullanım oranıyla zirvede.
Teknoloji ve internet, çocuklarımızın hayatında vazgeçilmez bir yer edinirken, onları bekleyen tehlikeleri göz ardı etmek büyük bir hata olur. Netflix, Amazon Prime, Tivibu gibi dijital platformlarda sunulan filmler ve dizilerin neredeyse tamamı 13+, 16+ ve 18+ gibi yüksek yaş kategorilerinde yer alıyor. Türkiye Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) verileriyle desteklenen bu durum, çocuklarımızın ruhsal, sosyal ve zihinsel gelişimi için ciddi bir risk oluşturuyor.
RTÜK tarafından belirlenen yaş sınıflandırmalarına göre dijital platformlarda yer alan içeriklerin %60’tan fazlası en az 13+ yaş kategorisinde, %30’u ise şiddet, korku ve cinsel içerik barındıran 16+ ve 18+ yaş üzeri kategorilere dahil. Sadece %10 civarında içerik 7+ ya da tüm yaş gruplarına uygun olarak tanımlanıyor. Bu rakamlar, çocuklarımızın izleyebileceği güvenli ve yaşına uygun içeriklerin son derece sınırlı olduğunu net biçimde ortaya koyuyor.
Bu durum çocukların gelişimi üzerinde ciddi olumsuz etkiler yaratıyor. Görsel-işitsel medyada yüksek yaş sınırındaki içeriklere erken maruz kalmak, çocuklarda anksiyete, korku bozuklukları, sosyal çekingenlik gibi duygusal ve sosyal problemlere yol açıyor. Ayrıca, şiddet ve korku temaları agresiflik, empati eksikliği ve saldırgan davranışları artırıyor. Aşırı ekran kullanımı da dikkat dağınıklığı, öğrenme güçlükleri ve dijital bağımlılığa sebep olurken, uygunsuz içeriklerin erken yaşta tüketilmesi çocukların ahlaki ve etik değerlerinde bozulmalara neden oluyor.
Toplumsal Bir Sorumluluk
Çocuklarımızın dijital dünyada karşılaştığı riskler sadece bireysel değil, toplumsal bir sorundur. Aileler, eğitimciler, içerik sağlayıcılar ve karar vericiler olarak hepimizin üzerine düşen görevler var. Çocukların ruh sağlığını ve gelişimini korumak için güvenli, kontrollü ve yaşlarına uygun içeriklere erişimi sağlamak en öncelikli hedefimiz olmalı.
Bugün çocuklarımıza sunduğumuz dijital içerik dünyası, onların yarınlarını şekillendirecek. Onların sağlıklı, dengeli ve güvenli bir medya ortamında büyümesini sağlamak hepimizin sorumluluğudur. Aksi takdirde, erken yaşta maruz kalınan uygunsuz içeriklerin sonuçları; gelecekte toplumda artan psikolojik sorunlar, sosyal uyum güçlükleri ve etik değerlerde zayıflama olarak karşımıza çıkacaktır.
Dijital çağın sunduğu imkanlar büyük fırsatlar yaratırken, içeriklerin kontrolsüz ve yüksek yaş kategorilerinde olması çocuklarımız için ciddi tehditler oluşturuyor. Bu nedenle ebeveynler olarak dijital denetimi sıkı tutmalı, platformların sunduğu araçları etkin kullanmalı ve çocuklarımızı bilinçlendirmeliyiz. Eğitimciler medya okuryazarlığını müfredata dahil etmeli; içerik sağlayıcılar ise çocuk dostu, eğitici ve yaşa uygun yapımlara yatırım yapmalı. Böylece çocuklarımızı dijital dünyada koruyabilir, sağlıklı bireyler olarak yetişmelerini sağlayabiliriz.
Unutmayalım, çocuklarımızın geleceği, bugün onlara sunduğumuz dijital içeriklere ve onları bu içeriklerden nasıl koruduğumuza bağlıdır
Saygılarımla
25.06.2025
Dr. Bayram ERDEN