Eğitim bilimleri başta olmak üzere psikoloji, sosyoloji ve diğer beşerî bilimlerin önemli konularından birisi kuşkusuz “başarı” olgusudur. Başarı, en yalın ifadesiyle istenen hedefe ulaşmaktır. Çok basit gibi görünen bu tanım, sayısız kavramı, sayfalar dolusu düşünceyi ve üzerine yazılmış yığınla kitabı uhdesinde eritmektedir. Başarının ne olduğu, insanların nasıl başarılı olabileceği üzerine tartışmalar Atina okullarında Platon’dan günümüze kadar eğitimin en sıcak ve en önemli konusu olmayı sürdürmüştür. Yapılan araştırmalarda insanlar, başarılı olmanın altında yatan en temel bileşenin zekâ ve yetenek olduğuna inanmaktadır. Kaldı ki bu gerekçeyle birlikte çocuklarımızın ilkokuldan itibaren IQ testleri aracılığı ile zekâ katsayılarını öğrenme merakımız oldukça fazladır. Yüksek IQ’ nun üstün zekâ, üstün zekanın da başarılı olmak için temel yeterlilik anlamına geldiğine inanırız.
Son yıllarda yapılan çalışmaların bu düşüncenin aksini söylediğini ifade etsem şaşırır mıydınız? Daha somut olarak ifade etmem gerekirse insanların uzun vadeli okul, iş, evlilik ve sosyal yaşam gibi alanlarda başarılı olmasının altında ne zekâ ne de yetenek yatmaktadır. Olur mu öyle şey dediğinizi duyar gibiyim.
Bunu sevinerek söyleyebilirim ki başarının sırrı bizim elimizdedir. Şöyle ki zekâ ya da yetenek anne ve babamızdan DNA dizilimi yoluyla bize aktarılan ve değişmeyen bir özellik değildir. Zekâ ve insan davranışları üzerine önemli çalışmaları olan Sternberg, Gardner, Dweck, Seligman ve Duckworth gibi bilim insanları, zekanın sabit ve değişmez bir özellik olmadığını; bunun aksine çaba, azim, kararlılık, umut ve inanç gibi kendi irademizle şekillendirebildiğimiz bir özellik olduğunu ifade etmektedir.
Son dönemde Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme (fMRI) cihazları aracılığıyla beynin öğrenme sürecinde nasıl bir değişime uğradığına ilişkin güçlü kanıtlar mevcuttur. Özellikle beyin zorlandıkça güçlenmekte, zekâ ya da yetenek olarak tanımladığımız yapı, saatlerce ve yıllarca süren yoğun çaba sonucunda gelişmektedir. Nasıl ki vücudumuzun herhangi bir bölgesini güçlendirmeyi istediğimizde saatlerce süren fiziksel egzersizler yapıyorsak beynimizi güçlendirmek istediğimizde de günler, aylar ve yıllar süren çalışmalar yürütmek zorundayızdır.
Bu bağlamda beynimizi bir kas dokusu gibi görmemiz daha doğru bir yaklaşım olabilir. Beynimiz çaba ve hedef odaklı tekrarlar sonucunda güçlenir. Bu duruma kanıt olarak gösterilen çalışmalar, insanların yoğun çaba içerisinde olduğu zaman dilimlerinde beyinde bulunan dentrit, akson glia ve miyelin gibi nöronal mekanizmaların birbirleriyle yoğun ilişkiler kurarak güçlendiğini bulgulamıştır. Örneğin 2005 yılında Fredrik Ullen tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada yoğun müzikal egzersizler yapılan saatlerde konser piyanistlerinin beyinlerinin taranması sonucunda beyaz madde (glia ve miyelin) artışının olduğu kanıtlanmıştır.
Benzer olarak Klinberg, 2000 yılında çocukların okuma becerilerini geliştirmek için çabalarken beyindeki nöranal yapıların artış gösterdiğini somut kanıtlarla bilim dünyasına sunmuştur. Beyin ve çaba ilişkisini kanıtlayan yakın zamanda yapılmış daha birçok çalışmadan söz edilebilir. Bu araştırmalardan elde edilecek sonuç, zekâ ve yeteneğin bir kas dokusu gibi çabayla geliştirilebilir olduğu çıkarımıyla özetlenebilir. Zekâ, yetenek ve beceriyi bir kas olarak görmek zihin yapımızda büyük bir değişiklik yapmamızı gerekli kılar. Geçen yüz elli yıl boyunca Darvin’den etkilenen kuzeni Francis Galton’dan bugüne gelen zekâ ve yeteneğin doğuştan gelen bir potansiyel olduğu efsanesine güçlü bir itirazda bulunmamız gerekir. Başarı konusuyla yakın ilişki kuran zekâ, yetenek, beceri, çaba, azim, kararlılık ve umut gibi kavramları bu çerçevede ele aldığımızda tüm geleneksel fikirleri tekrar değerlendirmemiz gerekecektir.
Bu konu üzerinde yazmaya haftaya devam edeceğim. Selamlar…
Dr. Bayram ERDEN