Hz. Peygamber (sav), bir yandan gelen vahyi ve hidayeti yaşayarak bir yandan da ilâhî mesajları en hikmetli kelimelerle telaffuz ediyorlardı. Bir gün insanlık için hayatî bir önem taşıyan “sorumluluk” anlayışını arkadaşlarına şöyle bir örnekle ifade ettiler: “Allah Teâlâ’nın koymuş olduğu sınırlara uygun yaşayanlar ile bu sınırları ihlâl eden kimselerin durumu, bir gemiye binmiş, gemi içerisindeki yerleri kura ile belirlenmiş iki grup insanın durumuna benzer; Bunlardan bir kısmı geminin alt tarafında, bir kısmı da üst tarafında yolculuk etmeye hak kazanmıştır. Alt kattakiler (su ihtiyaçlarını karşılamak için) üsttekilerin yanına giderler. (Bir süre sonra) "(Sudan) nasibimizi almak için (geminin altından) bir delik açsak da yukarıdakileri rahatsız etmesek" derler.” Allah Resûlü, sözlerine bu gemide bulunan bütün insanların huzur içerisinde yaşamalarının yoluna işaret ederek devam etti: “Eğer yukarıda bulunanlar aşağıdakilerin isteklerini yapmalarına izin verirlerse gemidekiler hep birlikte helâk olur. Fakat onlara engel olurlarsa hem onlar hem de kendileri kurtulur.”  (Buhârî, Şirket, 6)

Sorumluluk bilinci, insana has bir duygudur. Zira insanı eşsiz güzellikte yaratan Allah (cc) (Tîn,4) ona şeref vermiş ve onu yarattıklarının pek çoğundan üstün kılmış(İsrâ,70), çeşitli nimetlerle rızıklandırmış, kâinatı onun hizmetine vermiştir (İbrâhîm,32-33).Yüce Yaratan, diğer canlılardan farklı olarak “akıl” ve “irade” vermek suretiyle insanı, çeşitli kabiliyetlerle donatmış; ona, verdiği kararı uygulayabilme özgürlüğünü sunmuştur. Bütün bunları bahşettikten sonra, “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.” diyerek ona dünya hayatında sorumsuz bırakılmayacağını bildirmiş (Kıyâme,36), kendisine çeşitli görevler yüklemiştir. Koyduğu düzen içinde huzurla yaşaması için ona doğru yolu göstererek (İnsan, 3) bazı sınırlar koymuş, emir ve yasaklar belirlemiştir. İnsan da göklerin, yerin ve yüce dağların dahi üstlenmekten çekindiği “emanet”i, yani Allah’a kul olma sorumluluğunu akıllı, irade sahibi, düşünen, gören ve işiten bir varlık olarak kabul etmiştir. (Ahzâb, 72) Böylece Allah’a bir anlamda söz vererek sözünü yerine getirmekle yükümlü olan sorumlu bir varlık, yani “mükellef” olmuştur.

Sorumluluk büyük bir değer olup, insan hayatına yön veren, onu amaçsız yaşamaktan kurtaran adeta bir rehberdir. Bir düşünme faaliyeti veya bilinç düzeyi olarak ifade edilebilir. Her ne kadar sorumluluk duygusu insanda fıtrî olsa da bunun pasifleştirilmesi ya da aktif hale getirilmesi insanın elindedir.

İslâm dini, insanı sorumlu bir varlık olarak görmüş ve “Her nefis, kazandığına (amellerine) karşılık bir rehindir.”  (İsrâ, 15) buyurmuştur. Fakat Allah (cc), bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyeceğini de bildirmiştir. (İsrâ, 17/15) Çünkü bilgi sorumluluk gerektirir, Bilginin varlığı ise akılla olur. Bu nedenle, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Üç grup insandan sorumluluk kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, buluğa erinceye kadar çocuktan ve aklı başına gelinceye kadar delirenden.” (Ebû Dâvûd, Hudûd, 17)

İnsanın ilk ve en büyük sorumluluğu Rabbine karşıdır. Bu sorumluluk, Rabbinin varlığını ve birliğini kabul ederek O"na ortak koşmadan inanmasıdır. Allah (cc)’nun koyduğu sınırları koruması, emir ve yasaklarına riayet etmesidir. Bu sorumluluğun kazandıracağı mükâfat ise Allah Resûlü tarafından şu şekilde ifade buyurulmuştur: Resûlullah bir gün Muâz b. Cebel ile binek üzerinde yolculuk yapmaktaydı. Yol arkadaşına, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?” diye sordu. Muâz b. Cebel, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” diyerek karşılık verdi. Hz. Peygamber, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, insanların O’na kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. Sonra devam etti ve şöyle dedi: “Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerinde hakkı nedir, bilir misin?” Muâz (ra) yine sözü ona bırakınca Allah Resûlü, “Allah’ın onlara azap etmemesidir.” buyurdu. (Buhârî, Tevhîd,1) 

Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşamak, kişinin Allah’tan geldiğinin, Formun AltıO’na ait olduğunun ve nihayetinde O’na döneceğinin farkında olmasıdır. Ne zaman ve nerede olursa olsun her şeyi gören, duyan ve bilen Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu hatırında tutmasıdır. Bu bilinçle hayatına yön vermesi, attığı her adımı bu şuurla atması ve tüm amellerini bu idrakle yapmasıdır. O’nun dilediği gibi bir kul olarak yaşayıp razı olacağı şekilde O’na kavuşmasıdır.

Biz İnsanların kendisine karşı sorumluluğu her şeyin önünde gelir. Bedeninin ve ruhunun ihtiyacını meşru yollardan karşılayarak kendisine gereken özeni ve önemi göstermekle yükümlüdür. Nitekim sahâbeden Abdullah b. Amr, Allah’a daha yakın olma arzusuyla her gün oruç tutmaya çalışıyor, gecelerini de namaz kılarak geçiriyordu. Bu hâlinden haberdar olduğunda Allah Resûlü ona şunları söyledi: “Ey Abdullah b. Amr, duydum ki gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılıyormuşsun. Sakın böyle yapma. Çünkü bedeninin senin üzerinde hakkı vardır, gözlerinin senin üzerinde hakkı vardır ve eşinin de senin üzerinde hakkı vardır.” (Müslim, Sıyâm, 193)

Kendimize karşı görevlerimizi yerine getirdiğimizde, diğer sorumlulukları da yüklenmeye hazır hâle geliriz. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrîm, 6) âyeti, biz insanların ailesinin hem bu dünyasını hem de ahiretini düşünmesini ve sorumluluk alanını oluşturur.

Sorumluluklarımızın önemli bir bölümü anne ve babalarımız ile ilgilidir. Allah (cc), Kur’ân-ı Kerîm"de “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "öf!" bile deme; onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle.” ( İsrâ,23)

 Resûl-i Ekrem"e gelerek iyi muamele görmeyi en çok kimin hak ettiğini soran adama Allah Resûlü üç defa, “Annen.” cevabını vermiş, “Sonra baban, sonra da (sırasıyla) sana en yakın olanlardır.” diyerek insanın öncelikle anne ve babasına karşı sorumlu olduğunu hatırlatmıştır. ( Müslim, Birr, 2)

Hz. Muhammet (sav), Allah (cc)’nun rızasının anne babayı hoşnut etmekten geçtiğini bildirmiştir. (Tirmizî, Birr, 3)  Zira kişi, eşi ve çocuklarına olduğu gibi anne ve babasına bakmakla da yükümlüdür. Yine Peygamberimiz (sav) “Bakmakla yükümlü olduğu kimseleri ihmal etmesi, kişiye günah olarak yeter.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 45) sözleriyle müminleri uyarmıştır.

Sorumlu olduğumuz alanlardan biri de hiç şüphesiz içinde yaşadığımız toplumdur. Toplumun içerisinde akrabalarımız, komşularımız, mahallemizin, köyümüzün, şehrimizin, ülkemizin ve nihayet dünyamızın insanları yaşamaktadır. Toplumun tüm bireylerine karşı ayrı ayrı sorumluluklarımız vardır.

Allah Resûlü, “Komşusunun, şerrinden emin olmadığı kimse cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 73) uyarısı, “Yanı başındaki komşusu açken tok yatan kimse, iman etmemiştir.” (İbn Ebû Şeybe, Musannef, Îmân ve rü’yâ, 6)  buyuran Allah Resûlü, biz Müslümanlara komşuyu gözetme sorumluluğunu yüklemiştir. 

Bir sorumluluğumuz da, toplumun zayıf kesimini oluşturan yetimler, öksüzler, kimsesizler ve muhtaç durumda olanların yeme içme, barınma gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak; eğitim imkânları sağlamak ve psikolojik destek sunmak suretiyle onları topluma kazandırmakla yükümlüdür. Zira bu kişiler toplum için birer emanet olduğundan özenle korunmaya ve bakılmaya muhtaçtır.

Muhtaç kimselerin yardımına koşmak, Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’a karşı sorumluluk bilinci içerisinde yaşayan müminlerin özellikleri arasında sayılmıştır( Bakara, 177).  Allah Resûlü (sav), Müslüman kardeşinin ihtiyacını karşılayan ve onun yanında olanın mükâfatının Allah tarafından fazlasıyla karşılanacağını bildirmiştir (Ebû Dâvûd, Zekât, 41). 

Hz. Muhammet (sav) herkesin bulunduğu mevkide sorumluluğunu bildirerek, şu şekilde dile getirmiştir: “Hepiniz sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Hizmetçi de efendisinin malı üzerinde bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür.” (Buhârî, İstikrâz, 20)

Sorumluluğumuzun diğer bir yönü ise, içinde yaşadığımız tabiata ve hayvanlara karşıdır. Bitkiler, hayvanlar ve diğer canlılarla ortak yaşam alanı olan tabiatta mevcut dengeyi korumak da bizlerin yükümlülükleri arasındadır. Nitekim Allah Teâlâ, söz konusu dengeyi korumak konusunda bizleri uyarmaktadır: “O (Allah) göğü yükseltti ve dengeyi koydu. Sakın dengeyi bozmayın” (Rahmân, 7-8). Bunun için bizler, kendimiz kadar diğer canlıların, hatta sonraki nesillerin de kullanma hakkı olan tabiatın kaynaklarını ölçülü kullanmak durumundayız. Bu doğrultuda Allah Resûlü akan bir nehirden abdest alırken dahi israf edilmemesini tavsiye etmiştir. ( İbn Mâce, Tahâret, 48)

Hayvanlar için ise Hz. Peygamber’in, bir köpeğe su vermesinden dolayı günahkâr bir kimsenin Allah’ın affına mazhar olacağını söylemesi (Müslim, Selâm, 155), bir kediyi hapsederek ölene dek aç bırakan kişinin ise cehenneme gireceğini bildirmesi yeterli bir açıklama olacaktır ( Buhârî, Müsâkât, 9).

İnsanın Rabbinden başlayarak kendisine, aile ve akrabasına, topluma karşı genişleyen sorumluluk halkası diğer canlılar ve içinde yaşadığı cansız çevre ile tamamlanır. Sorumluluk bilinciyle hareket edenlere ne mutlu!